CORONA VİRÜS'ÜN ANIMSATTIĞI VEBA VE KÖRLÜK ÜZERİNE!
“…Dünyadaki kötülük neredeyse her zaman cehaletten kaynaklanır ve eğer aydınlatılmamışsa, iyi niyet de kötülük kadar zarar verebilir. İnsanlar kötü olmak yerine daha çok iyidir ve gerçekte sorun bu değildir. Ancak insanlar bir şeyin farkında değillerdir: şu erdem ya da kusur denilen şeyin. En umut kırıcı kusur, her şeyi bildiğini sanan ve böylece kendine öldürme hakkı tanıyan cehalettir….” Veba, Albert CAMUS
“Kimse Görmek İstemeyenler Kadar Kör Değildir.” Jonathan SWIFT
...
“…Veba sözcüğü ilk kez ağza alınıyordu… Dünyada savaşlar kadar vebalar da meydana gelmiştir. Vebalar da savaşlar da insanı hazırlıksız yakalar. Bir savaş patladığında insanlar ‘uzun sürmez bu, çok aptalca!’ derler ve kuşkusuz bir savaş çok aptalcadır, ancak bu onun uzun sürmesini engellemez. Budalalık hep direnir, insan hep kendini düşünmese bunun farkına varabilirdi. Bu açıdan burada oturanlar da herkes gibiydi. Kendilerini düşünüyorlardı. Bir başka deyişle hümanisttiler; felaketlere inanmıyorlardı. Felaket insana yakışmaz, onun için felaket gerçek dışıdır, geçip gidecek kötü bir rüyadır, denir. Ancak her zaman da geçip gitmez, kötü rüyalar arasında insanlar geçip gider ve önlemlerini almadığından başta hümanistler gider… Yurttaşlarımız da kendilerini özgür sanıyorlardı, oysa felaketler oldukça kimse asla özgür olamayacak… Felaketlerin başlangıcında ve bunlar son bulduğunda hep biraz söz sanatı yapılır. Birinci durumda, alışkanlıklar henüz kaybolmamıştır, ikinci durumdaysa geri gelmiştir. Asıl felaket sırasında gerçeğe alışılır, yani sessizliğe… Gündüz ya da gece olsun, öyle bir saat vardır ki, insan korkaklaşır… Dünyadaki kötülük neredeyse her zaman cehaletten kaynaklanır ve eğer aydınlatılmamışsa, iyi niyet de kötülük kadar zarar verebilir. İnsanlar kötü olmak yerine daha çok iyidir ve gerçekte sorun bu değildir. Ancak insanlar bir şeyin farkında değillerdir: şu erdem ya da kusur denilen şeyin. En umut kırıcı kusur, her şeyi bildiğini sanan ve böylece kendine öldürme hakkı tanıyan cehalettir…”
Yukarıdaki sözler, edebiyat eleştirmenleri tarafından umudun ve inancın romanı olarak isimlendirilen Albert Camus’nun “Veba” isimli romanından alınmıştır. Okuyanların hatırlayacakları üzere, Cezayir’de, Oran kentinde yaşayanlar, bir sabah uyandıklarında kapılarının önünde fare ölüleriyle karşılaşırlar. Bunu umursamadıkları için farelerin neden öldüğünü öğrenmek istemezler ve o nedenle bu konuda herhangi bir araştırma da yapmazlar. Sadece kent halkı değil, kentin selametinden, halkın sağlığından ve hayatından sorumlu olan kent yönetimi de, farelerin ölümünün bir felaketin başlangıcı olduğunu düşünmez ve halkın sağlığı için gerekli olan hiçbir önlem almaz. Oysa kapıyı çalan felaket veba hastalığıdır. Hastalık yavaş yavaş farelerden insanlara geçmeye başlar. Bütün bu olanlar münferit olaylar olarak değerlendirildiği için, hastalık, gerek halk, gerekse kent yönetimi tarafından ciddiye alınmaz. Kent halkının büyük bir kısmı, bana bir şey olmaz anlayışıyla gündelik hayatını sürdürür, işine gücüne, yemesine içmesine, eğlenmesine devam eder. Ne var ki hastalık giderek tüm kente yayılarak salgın halini alır, ölümler görülmeye başlar ve ölen insan sayısı her geçen gün daha da artar. Ve sonunda kent karantina altına alınır, kentin kapıları dışarıya kapatılır ve kent kendi kaderiyle baş başa bırakılır.
Bütün bunlar yaşanırken kentteki her kafadan ayrı bir ses çıkar. Kentin kanaat önderlerinden rahip Panaleux: “vebanın Allah’ın Oran kentine bir lütfu olduğunu, Allah’ın Oran kentindeki insanları sınamak için vebayı gönderdiğini, inancı sağlam ve arınmış olanların hastalıktan korkmaları için hiçbir neden olmadığını, hastalığın sadece kötü ruhları cezalandıracağını, onların canını alacağını söyler. Kilisede hemen her gün verdiği vaazlarda, kendisinin arınmış olduğuna, o nedenle vebanın kendisine hiçbir şey yapamayacağına inandığını ve vebadan korkmadığını” söyleyen rahip Panaleux’de sonunda vebaya yakalanır ve acılar içinde ölür.
Daha ilk günden tehlikeyi ve felaketi gören kentin bir diğer kanaat önderi olan Dr.Rieux, beraberindeki üç beş arkadaşıyla birlikte vebaya karşı mücadele etmeye başlar. Onun ve arkadaşlarının özverili çalışması sonunda veba yenilir ve kenti terk eder.
Camus’nun romanında veba metaforu ile anlatmak istediği şey, insan olarak pek çoğumuzun içindeki en tehlikeli veba olan bencilliğe, ilgisizliğe, duyarsızlığa, nemelazımcılığa ve benzeri diğer kötülüklere işaret etmektir. Bunlarla mücadele etmek ve bu mücadelede başarılı olmak için önce ‘neden’ diye sormak ve daha sonra o nedenin nedeni olan içimizdeki en büyük vebayla, yani bencillikle, kötülükle, duyarsızlıkla mücadele etmek gerekir.
Camus’nun vebasında bu soruyu soran, vebaya karşı başlatılan mücadeleye önderlik eden ve bunda da başarılı olan Dr.Rieux’dur. Yani Camus’nun “Başkaldıran İnsan”ıdır. Ama Dr.Rieux, bu başarının geçici olduğunu, bencillikle, ilgisizlikle, duyarsızlıkla, nemelazımcılıkla ve insani diğer kötülüklerle mücadele edilmediği takdirde, vebanın bir gün tekrar geri geleceğini söyler.
Hayatın anlamını “mücadele etmek” olarak tanımlayan ve “Sisyphus Efsanesi” isimli romanında, her defasında taşı tepeye çıkarmakta başarısız olan, ama yine de ve yeniden taşı tepeye çıkarmaya çalışan insanın trajik kaderini ve hayatla olan bitmeyen mücadelesini anlatan Camus, hem “Veba”, hem de “Sisyphus Efsanesi” isimli gerçekten eğitici, öğretici ve sıra dışı romanlarıyla ilgili olarak ve özetle şunları söyler: “İnsan her gün aynı şeyleri anlamsızca tekrar eder. Her gün araba, iş, öğle paydosu, tekrar iş, tekrar araba, ev, yemek, uyku… Haftanın beş günü. İşin komiği, bu kimsenin garibine gitmez. Ama bir gün insan şöyle bir durur ve kendisine ‘neden’ diye sorar. ‘Veba’da , ‘neden’ sorusu, fareler şehre ölüm dağıtmaya başladıktan sonra ortaya çıkar. Ve ‘her şey böylece başlar.’
Kıssadan hisse: Her türlü kötülükle mücadele etmek için bana ne diye düşünmemek, önce neden diye sormak, düşünmek, sorgulamak, daha sonra itiraz etmek, karşı koymak ve en sonunda da her türden haksızlıkla, kötülükle, bencillikle mücadele etmek gerekir. Değil ise ne mi olur? O kötülüklerin yarattığı kirlilik birikir, birikir ve gün gelir o toplumdaki herkesi boğar.
“…Neden kör olduk, Bilmiyorum, bunun nedeni belki bir gün keşfedilir, Ne düşündüğümü söylememi ister misin, Söyle, Sonradan kör olmadığımızı düşünüyorum, biz zaten kördük, Gören körler mi, Gördüğü halde görmeyen körler mi…”
Okuyanlar hatırlayacaklardır, yukarıda yer verdiğim cümleler Portekizli yazar Jose Saramago’nun “Körlük” isimli kitabının son paragrafının bir önceki paragrafından alınmıştır.
Camus’nun “veba” metaforu ile anlatmak istedikleri, bana Saramago’nun “körlük” metaforu ile anlatmak istediklerini hatırlattı. Vebadan, bir başka veba olan körlüğe onun için geçtim.
Camus’un vebasının başladığı yerin adı, romanın kahramanlarının ismi belli olmasına karşın, Saramago’ya 1998 Nobel Edebiyat Ödülü kazandıran “Körlük” adlı fantastik romanına konu körlük, adı bilinmeyen, neresi olduğu belli olmayan bir kentte, yine adı bilinmeyen, kim olduğu belli olmayan araba kullanan bir adamın trafikte yeşil ışığı beklerken birdenbire kör olmasıyla başlar. Körlük giderek salgın bir hastalık gibi yayılır, adı belirsiz olan göz doktorunun karısı dışında kentte yaşayan bütün herkes kör olur.
Bu körlük doğal körlükten farklı bir körlüktür. Kör olanların gözlerine beyaz bir perde iner ve onlar, o andan itibaren her şeyi beyaz, bembeyaz görmeye başlarlar. Bu farka işaret etmek için Saramago romanındaki körlüğü “Beyaz Körlük” olarak isimlendirir. Görmeyen insanlardan oluşan kentte çeteler ortaya çıkar, kent açlığa, soygunlara, hırsızlıklara, tecavüzlere, cinayetlere, ölümlere tanıklık eder ve bütün bu olaylar giderek sıradanlaşmaya, insanlar tarafından kanıksanmaya başlar. Bu körlükle başlayan kaos ve çürüme sonucu toplum ve insanlar, sadece görme organını kaybetmezler, sağduyularını, ruh sağlıklarını, hak ve adalet duygularını, vicdanlarını, onurlarını, ahlaki ve etik değerlerini de kaybederler.
Göz doktorunun karısı hariç bütün sakinlerinin kör olduğu Saramago’nun isimsiz kentinin isimsiz halkı da, tıpkı Camus’nun romanındaki Oran halkının büyük kısmının olduğu gibi, felaketin bir gün kendi başlarına da geleceğini hiç ama hiç akıllarına getirmezler, bana ne diyerek kendi bencillikleri içinde gündelik hayatlarını yaşamaya devam ederler. Saramago’nun bununla işaret etmek istediği husus, Camus’nun “Veba” isimli romanında işaret etmek istedikleriyle aynıdır. Yani Saramago’da, Camus gibi, insan olarak pek çoğumuzun içindeki en tehlikeli veba ve körlük olan bencilliğe, kötülüğe, duyarsızlığa, nemelazımcılığa, bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın çıkarcılığına işaret eder.
Edebiyat eleştirmenlerine göre, Saramago’nun romanında zamanın ve mekanın belirsiz, kahramanların isimsiz olmasının nedeni, insanın ve insanlığın içindeki bencillik duygusunun ve kötülük içgüdüsünün, bütün zamanlarda ve hemen her toplumda bulunduğuna, yani evrensel olduğuna, yine olup bitenlerin, başlarına gelenlerin neden veya nedenlerini sormayan, yaşadıkları kötülüklerin kaynağını sorgulamayan, yani gerçekleri görmeyen, görmek istemeyen insanların ve toplumların başlarına her türlü felaketin gelebileceğine işaret etmek içindir.
Romanlarında daha ziyade toplumsal ve siyasi kurumların sahteliklerini anlatan Saramago’nun, bu romanında kullandığı “körlük” metaforuyla anlatmak istediği şey veya şeyler, elbette sadece bunlardan ibaret değildir.
Nobel konuşmasında “Eskiden bana ‘İyi adam ama komünist’ derlerdi; şimdi ‘Komünist ama iyi adam’ diyorlar” diyerek kendisini ve siyasal olarak hayatta durduğu yeri tanımlayan Saramago, aynı zamanda, göstermelik demokrasinin hayattaki bütün kararlarımızın temelini oluşturan özgürlüğümüzü elimizden almasından kaynaklanan nefes alamadığımız siyasi ortamı, vahşi kapitalizmin gündelik hayatımızın her alanına dayattığı boğucu sömürü düzenini, küreselleşen bu düzenin edilgenleştirdiği insanların, hem fiziksel olarak, hem de ruhen körleşmelerini, vicdanen taşlaşmalarını, toplumsal ve siyasal kurumların sahteliklerini, toplumsal düzenin kırılganlığını, insanı bozan, onu bencilleştiren ve kötüleştiren neden veya nedenlerin sistemin kendisi olduğunu anlatmak ister. Yani Saramago, tam da Marx’ın “Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı” isimli kitabının önsözünde yazdıklarını, yani “İnsanların varlığını belirleyen şey, bilinçleri değildir; tam tersine, onların bilincini belirleyen, toplumsal varlıklarıdır” demek ister.
Nitekim “hayatta tek gerçek devrim aşktır” diyen ve bunu demekle diğer bütün devrimleri ve siyasal şekillenmeleri sahte olmakla nitelendiren Saramago romanında bu görüşünü, bazı körlerin kendi aralarında konuştukları şu sözlere yer vererek ifade eder: “…Bu meydanda, örgütlenmiş büyük sistemlerin temel ilkelerinden, özel mülkiyetten, serbest değişimden, pazardan, borsadan, vergilendirmeden, faizlerden, mülk edinmeden, kamulaştırmadan, üretimden, dağıtımdan, tüketimden, beslenmekten ve beslenememekten, zenginlikten ve yoksulluktan, iletişimden, yasal önlemlerden ve suç işleme oranlarından, piyangolardan, tutukevlerinden, ceza yasasından, yurttaşlık yasasından, trafik yasasından, sözlüklerden, telefon rehberlerinden, fuhuş yuvalarından, silah fabrikalarından, silahlı kuvvetlerden, mezarlıklardan, polisten, karaborsadan, uyuşturucudan, göz yumulan yasadışı ticaretten, ilaç araştırmalarından, kumardan, tedavi ve cenaze masraflarından, adaletten, borçlanmadan, siyasal partilerden, seçimlerden, parlamentolardan, hükümetlerden, içbükey düşünceden, dışbükey, düzlem, dikey, yatık, yoğun, yayınık, kaçıcı düşüncelerden, ses tellerinin alınmasından, söylemin ölümünden söz ediliyordu…”
Saramago’nun isimsiz kentine musallat olan, nasıl geldiği, nasıl yayıldığı belli olmayan körlük, geldiği gibi bir gün kendiliğinden gider ve kent halkının tamamı bir anda yeniden görmeye başlar. Körlüğün kendiliğinden ortadan kalkmasının nedeni, görmeye başlayan insanların kendilerini bozan, kör eden şeyin sistem olduğunu anlamaları ve o nedenle yeni bir düzen kurmaya karar vermeleridir. Bunu da ismini bilmediğimiz göz doktorunun, yine ismini bilmediğimiz karısı şu sözleriyle ifade eder: “…bütün kötülük bir düzen kuramamış olmaktan kaynaklanıyor, her binada, her sokakta, her semtte bir düzen kurulması gerek, Bir hükümet gerek dedi karısı, Bir düzen, beden de belirli düzeni olan bir yapı, bu düzeni koruduğu sürece hayatta kalıyor, ölüme gelince, bu, düzenin bozulmasının getirdiği sonuçtan başka bir şey değil, Bir körler toplumu yaşamını sürdürebilmek için nasıl bir düzen kurabilir, Örgütlenerek, örgütlenmek bir bakıma görmeye başlamak demektir, Haklısınız…”
Kıssadan hisse: Bakmak görmek değil, sadece seyretmektir. Görmek ise sorgulamak, itiraz etmek, yorumlamak, muhakeme etmek, anlamak, karar vermek, örgütlenmek ve uygulamaktır.
Yıllar önce okuduğum bu iki romanı neden mi hatırladım ve sizinle paylaştım? Camus’nun veba metaforu ile anlattığı Oran kentinde yaşananlar ile Saramago’nun körlük metaforuyla tasvir ettiği adı ve yeri belirsiz kent, günümüzde yaşadığımız “corona virisüne”, dahası günümüzün Türkiye’sine çok fazla benziyor da onun için hatırladım ve paylaştım sizinle.
Son iki cümle. Birisi “Veba”nın yazarı Albert Camus’ya, diğeri Saramago’nun “Körlük” isimli romanın kahramanlarından olan, ismini bilmediğimiz göz doktorunun, yine ismini bilmediğimiz karısına ait. Okuyalım:
“…Yurttaşlarımız da kendilerini özgür sanıyorlardı, oysa felaketler oldukça kimse asla özgür olamayacak… Felaketlerin başlangıcında ve bunlar son bulduğunda hep biraz söz sanatı yapılır. Birinci durumda, alışkanlıklar henüz kaybolmamıştır, ikinci durumdaysa geri gelmiştir. Asıl felaket sırasında gerçeğe alışılır, yani sessizliğe… Gündüz ya da gece olsun, öyle bir saat vardır ki, insan korkaklaşır… Dünyadaki kötülük neredeyse her zaman cehaletten kaynaklanır ve eğer aydınlatılmamışsa, iyiniyet de kötülük kadar zarar verebilir…” (Veba, Albert Camus)
“…Sahi biz sonradan mı kör olduk, yoksa zaten kör müydük? Sonradan kör olmadığımızı düşünüyorum, biz zaten kördük. Gören körler mi, gördüğü halde görmeyen körler mi daha fazla?…” (Körlük, Saramago)
Bilmem anlatabildim mi?
URL
YORUMLAR