Söz gelimi, anayasa yargısını bu makalenin dışında tutarak, kamu görevlisinin ceza kanununun bir hükmünü ihlâl ettiği iddiasıyla adlî yargının karşısına gelen bir eylemi, adlî yargı bakımından ihlâl kabul edilebilecekken; idarî yargı bakımından ihlâl sayılmayabilecektir. Tam aksi ihtimalde elbette mevcuttur. Buna göre, idarî yargı bakımından ihlâl sayılan bir eylem veya işlem, adlî yargının alanına hiç girmeyebilecektir.
Her iki yargı mekanizması bambaşka mevzuatlar çerçevesinde örgütlenmiştir. Bu sebeple idarî ve adlî yargının koruduğu hak ve menfaat, ve elbette yargılama usulleri birbirinden farklıdır. İdarî yargının soruşturmaya ilişkin vereceği karar, adlî yargı için kural olarak delil olmazken; adlî yargının karar ve soruşturması da, idare mahkemesi için kural olarak delil olmaz. İdarî ve adlî yargı mahkemeleri birbirlerinin kararından faydalanabilecek olsa dahi, bu faydalanma ihtiyarî olup; zorunlu değildir.
Bu durum, iki farklı mahkemenin bağımsızlığının da teminatıdır. Aralarında hiçbir altlık-üstlük bulunmayan iki yargı mekanizmasının bağımsızlığının tesisi ve korunması da, ancak bu şekilde mümkün olabilecektir. Aksi vaziyet, bir mahkemenin yetkilerini kaldırmak veya daha hafif tabirle, yetkilerini kullanmasını başka bir mahkemenin iznine bağlamak olacaktır. Mahkemenin yetkilerini önündeki ihtilafa, sınırlı veya hiç uygulayamadığı bir olayda, etkin bir yargılama yolu kullanılabildiğinden söz edilemeyecektir.
İdarî yargı, anayasayla kurulan ve yetkilendirilen bir mekanizma olduğundan, varlığı veya yokluğu ancak anayasada yapılan değişiklikle mümkün olabilecektir. İdarî ve adlî yargı yetkileri hususunda, aslında bir süredir var olagelen devir ve kısıtlama teşebbüsleri, yasama tarafından çokça yapılmaktaydı. İdarî para cezalarına itirazların, Sulh Ceza mahkemelerine devrini içeren yasal düzenlemeler, bu sürecin bir parçasıydı. Oğuzhan GÜZEL tarafından kaleme alınan “Anayasa Mahkemesi Kararları Işığında İdarî Yargının Görev Alanına Yönelik Müdahalelerin Değerlendirilmesi” konulu makale, bu teşebbüsleri Anayasa Mahkemesi kararları ışığında ayrıntılı şekilde ele almıştır. Ancak bu makalenin konusu, yargı teşkilatlarından birinin yetkilerinin, bir diğerine devrinden fazlasını içeriyor.
Gelinen aşamada, yasama tarafından yapılan yasal düzenlemeler, idarî yargı yetkilerini ortadan kaldırmakla yetinmiyor; adlî yargı yetkilerini de ortadan kaldırarak, adeta yargı adına karar veriyor. Adlî yargının da, yargı yetkilerinin kısıtlandığı bir durumda, Yürütme ve dolayısıyla idare, tek yetkili ve karar verici hale gelmiş oluyor ve idari işlemler yargı denetiminden çıkıyor. Anayasa Mahkemesi, daha önce idarî yargı lehine verdiği kararlara aksi içtihat geliştirerek, “idarî uyuşmazlıkları adlî yargının görev alanına sokan yasal düzenlemelerin haklı neden ve kamu yararı bulunması halinde Anayasa’ya aykırı olmadığına[1]” karar vererek, iki yargı teşkilatı arasındaki, yetki kullanma dengesizliğinde, yasamadan yana tavır almıştı.
Uzun bir zaman dilimine yayılan, Anayasa Mahkemesinin yasama yanında tavır alarak eski içtihatlarının aksine verdiği kararlar, idarî yargının yetkilerinin giderek adlî yargıya devredilmesi sürecini başlatmış ve neticede idarî işlemlere karşı, idarî yargı denetiminin azalmasına sebep olmuştur. Yukarıda bahsettiğimiz gibi, süreç İdarî yargı yetkilerinin sınırlanması sürecini aşarak, adlî yargının vereceği karara adeta yasama müdahalesini getirmiştir.
İşte Petrol piyasası Kanunu 20/c maddesi, adeta bu durumun bir numunesi olarak karşımıza çıkmaktadır. Kanun maddesi, tesis edilecek idarî işlemin çerçevesini belirlemekten çok, yargının karar verme kriterlerini eksiltmekte; olayda, özgünlük, masumiyet, kast, taksir, ihmal ve hafifletici sebep bulunup bulunmadığına ilişkin yargı denetimini, adeta ortadan kaldırmaktadır. Süresiz ve sınırsız, yargı denetiminden çıkarılmış bir tedbirin; petrol sektörünün aktörlerinin, tüm ticari hayatını yok edecek şekilde kanunla düzenlenmiş bulunması, savunma hakkını da zedelemektedir. Yasama, yaptığı kanunla, yargıdan tek tip bir kararın çıkmasını adeta dikte etmektedir. Oysa tedbir sadece yargı tarafından ve olaya özgü olarak uygulanmalıdır.
Üstelik ceza mahkemesinin kararının, direkt olarak kanunda delil kabul edilmiş olması; idarî yargının ceza mahkemesinin kararına göre karar vermesini sağlamakta ve idarî soruşturmanın kısıtlı yürütülmesine ve hatta yürümemesine neden olmaktadır. İdare mahkemesi, yapılan bu düzenlemeyle yetkilerini kaybetmiş ve adeta adlî yargının kararını tasdik mercii haline gelmiştir.
Danıştay 13. Dairesinin 2019/324E ve 2019/1239K sayılı kararında, “her ne kadar isnat edilen fiil nedeniyle açılan ceza davasından beraat kararı verilmişse de, verilen beraat kararı kesinleşmediğinden, bu husus dava konusu idari işlemi (tesisin mühürleme işlemi kast ediliyor) sakatlayacak mahiyette olmadığı anlaşılmıştır.” şeklindeki ret kararı, idare mahkemesinin önündeki olayda, idarî yargının hiçbir ilkesinin uygulanamadığını göstermektedir.
Asıl meseleye gelecek olursak… Petrol Piyasası Kanununun 20/c maddesi “tesiste lisansa tabi tüm faaliyetler kovuşturmaya yer olmadığına dair karar veya mahkeme kararı kesinleşinceye kadar Kurum tarafından geçici olarak durdurulur” diyerek EPDK’yı kuracağı idarî işlemle ilgili bağlamışsa da; aynı zamanda EPDK tarafından kurulacak idarî işlemin yargılama sırasındaki kaderini de belirlemiştir. İdarî yargı, kanun koyucunun iradesine ve emrine yetkilerini adeta terk etmiştir.
Tam bu noktada, soruşturmanın nihayete ermeden, sanık veya şüphelinin vefat etmesi veya kısıtlanması halinde, tedbirin akıbetinin ne olacağı düşündürücüdür. Bu halde tedbir, aslında sanık veya şüphelinin yaşamına veya ehliyetine mi bağlanmış olacaktır? Ya da tek bir şarta bağlanmış bulunan tedbirin artık kalkmayacağı veya sonsuza kadar kalacağı şeklinde mi anlaşılacaktır?
Anayasanın Yargı Yolu başlıklı 125. Maddesi, “idarenin her türlü eylem ve işlemlerine karşı yargı yolu açıktır.” diyerek, idari yargıya, idarenin her türlü denetim yetkisini vermiş bulunsa da; Petrol Piyasası Kanununun 20/c maddesiyle adeta EPDK’ya anayasadan üstün, idari denetimden muaf, özel bir işlem yetkisi verilmiştir.
Bu halde markersız ürünü tesisinde bulunduran ve işletmesine idarî tedbir uygulanan bayi veya dağıtıcı şirketlerin yetkilileri; ya kovuşturmaya yer olmadığına dair kararla savcılık soruşturmasını sonlandırmalı, ya mahkemeden bir kaç yıl sürecek yargılama sonunda beraat kararı almalı veya ölmeli yada cezai ehliyetini yitirmelidir. İdari işleme karşı, idari yargıda hak arama imkânı ortada bulunmamaktadır. Kanun yapılırken, şüpheli veya sanığın uzun yargılamalar sebebiyle, bankalar, çalışanlar, sözleşmeler ve diğer ekonomik etkenlerden kaynaklanan streslerle başa çıkamayıp, ehliyetsiz kalarak veya bu stresin sebep olacağı bir hastalık sebebiyle belki de vefat ederek, zaten bu suçlamadan kurtulacağı göz önüne alınarak kanunlaştırılmış olabileceğini de, bir ihtimal olarak göz önünde bulundurmak gerekir.
Peki, Şüpheli/Sanığın adlî yargıda yargılanması nasıl olacaktır? Şüpheli/sanığın idarî işlemin kaldırılması için, adlî yargıda Kovuşturmaya Yer Olmadığına Dair Kararı veya beraat kararını nasıl alabilecektir?
Şüpheli, Kaçakçılıkla Mücadele Kanununun 3/11 maddesi uyarınca, savcılıkla yürütülecek soruşturma sırasında ve sonrasında düzenlenecek olan iddianameyle kovuşturularak, soruşturma ve yargılama sırasında olayda kastının, taksîrinin ve hatta sorumluluğunun bulunup bulunmadığının, somut delillerle araştırılacağını varsaymaktadır. Şüpheli/Sanık elinde bulunan delillerin yargılama sırasında kendi lehine yorumlanabileceğine olan inançla, savunmasını özgürce yapacağı beklentisindedir.
Zaten ceza kanununun meydana getirilme tekniği, eylemi ortaya koyup, delil değerlendirme kısmının; yani varsa olaydaki hafifletici sebeplerin, hukuka uygunluk sebeplerinin, şüphelinin özel hallerinin, kastının, taksîrinin ve lehe olacak türlü delillerin tartışılmasını yargıya bırakmış olmasıdır .
Örneğin, TCK’nın Kasten Öldürme başlıklı 81. Maddesi “Bir insanı kasten öldüren kişi, müebbet hapis cezası ile cezalandırılır” demek suretiyle eylemi belirlemiş, 82. Maddesinde nitelikli halleri saymış, ancak yargıya “şu delil varsa bu yaptırımı” uygula kısıtlaması getirmemiştir. Acaba Kasten Öldürme, Markerı geçersiz veya kaçak yakıt satmak kadar ağır bir suç değil midir? Peki, her markerı geçersiz yakıt, kaçak yakıt mıdır?
Burada tekrar Kaçakçılıkla Mücadele Kanunu 3/11’e dönmek gerekiyor. 18.06.2014 tarihinde değişen kanunun 3/11 maddesi suçun failini;
“Ulusal marker uygulamasına tabi olup da, Enerji Piyasası Düzenleme Kurumunun belirlediği seviyenin altında ulusal marker içeren veya hiç içermeyen akaryakıtı;
a) Ticari amaçla üreten, bulunduran veya nakleden,
b) Satışa arz eden veya satan,
c) Bu özelliğini bilerek ve ticari amaçla satın alan”
olarak belirlemiştir. Kanunun maddesinden de, görüldüğü üzere, ceza yargılamasına bırakılmış bir inisiyatif bulunmamakta olup; ceza kanunu meydana getirme tekniğinden izler bulunmamaktadır. Kanun bu haliyle adeta “her kim ki” diye başlayan fermanlardan farksızdır. O halde amaç, her nasıl olursa olsun ceza vermek olacaksa, yargılama ve savunma bir prosedürü yerine getirmekten ibaret olacaktır. Çünkü kanun maddesine bakılırsa yargı, kast, hafifletici sebep, taksîr vs aramayacak ve hatta olayda, sanığın hangi fiille olaya dahil olduğu dahi araştırılmayacak, sadece cezayı uygulayacaktır. Kaçakçılık fiilleri içerisinde ve hatta iddialı olmak gerek, ceza kanunu filleri içerisinde hiçbir şart, kast, taksîr, vs aranmayan belki de tek kanun, kaçakçılıkla mücadele kanununun 3/11. Maddesidir. Kanun adeta bir yasama cezalandırması şeklinde düzenlemiştir.
Oysa, Kaçakçılıkla Mücadele Kanununun 28.03.2013 tarihli, 6455 sayılı torba yasayla yürürlüğe giren 54. maddesinin 11. Fıkrası ile getirilen düzenlemesinde aynı suçun faili,
“Akredite laboratuvar analiz sonucuna göre Enerji Piyasası Düzenleme Kurumu tarafından belirlenen seviyede ulusal marker içermeyen, yasal yollarla Türkiye’de serbest dolaşıma girdiği belgelendirilemeyen veya menşei belli olmayan akaryakıtı; üreten, satışa arz eden, satan, bulunduran, bu özelliğini bilerek, ticarî amaçla satın alan, taşıyan veya saklayan” kişiydi.
Suçlamayla karşılaşan kişi, yasal yollarla Türkiye’de serbest dolaşıma girdiği belgelendirilerek, menşeini göstermek kaydıyla, suçlamalardan kurtulabilmekte ve hatta kovuşturmaya yer olmadığına dair karar alabilmekteydi. Ancak yapılan suçlamalardan, beraat ve kovuşturmaya yer olmadığına dair kararların çıkmasıyla birlikte, bahse konu yasa yürürlükten kaldırılarak 18.06.2014 tarihli ferman niteliğinde yaptırım devreye girdi.
Sanığın, savunma hakkı kısıtlanmadan, delil değerlendirmesinin mahkeme tarafından özgürce yapılarak yargılanmasını ve yargılamaya etki edebilmek için kendisinin delil sunmasını sağlayacak imkânlar, bir önceki kanunda mevcuttu. Ancak 2014 yılında yapılan değişiklikle, aslında delil sunma imkânı ortadan kalktığı, gibi şüpheden suç teşkil edilmiş oldu.
Vaziyet böyle iken, tedbiri kaldırmak için beraat kararı veya kovuşturmaya yer olmadığına dair kararı bekleyen/bekleten EPDK, lisans sahibi Petrol Piyasası aktörünü, aslında hiçbir zaman kurtulamayacağı bir tedbirle/cezayla karşı karşıya bıraktı. Ülkemizde yargılamaların uzun sürmesi, zaten tedbirin uzun süre uygulanacağını işaret etmekle birlikte, yapılan değişiklikle, beraat etmesi çok zor olan bir yargılama sonunda, işletmenin iktisadî kaderi, muhtemelen son bulacak hale geldi. İdarî yargı bakımından da, ceza davası bekleneceğinden ve idare mahkemesi nezdinde hak arama şansı ortadan kalktığından, idarî işleme karşı işletmenin karşı koyabilme şansı kalmadı. Aslında tamda burada yargılamanın teferruata dönüştüğünü söylemek yanlış olmayacaktır.
Sözün özü, Şüpheyle süresiz ve sınırsız bir tedbir ortaya çıkarılarak, idare tarafından tesis edilen idarî işlem, idare mahkemesinin denetiminden çıkarıldı ve adlî yargının denetimine sokuldu. Oysa ceza hukukunda temel prensip, yargılamanın sanığın özgürlüğünün ve dolayısıyla masumiyet karinesinin korunarak yapılmasıdır. Bu hususa ilişkin Türkiye’de uzun tutukluluk süreleri sık sık tartışılırken, aslında uzun süren tedbirlerinde tartışılması gerekmektedir. Elbette içtihat oluşturma ve karara etki edecek delilleri kabul etme hakkı yargıda olmak üzere; mesela, gizli tank, gizli pompa, lisansa kayıtlı olmayan tank veya boru hattı, gibi hususlar yargı tarafından göz önüne alınabilir. Yine yakıtı TSE standartlarında olan, menşeini belli edebilen, usule uygun satış yapan, sicili temiz bir şirketin; bunları yapmayan şirketlerden ve elbette şahıslardan ayrılması gerekirken, aynı muameleye tabi tutulması, terazinin yanlış ölçüm yapmasına neden olacak ve adaletin tecellisini engelleyecektir. Oysa tedbir, özellikle ceza hukukunda, olaya ve kişiye göre uygulanmalı; kişinin sicili, kastı, taksirî, hafifletici sebepler, ihmalî veya eylemini hukuka uygun hale getiren unsurların varlığı vs. aranmalıdır. En nihayetinde tedbir olaya özgü olarak ve sadece yargı tarafından deliller değerlendirildikten sonra verilmelidir. Yasama zoruyla her olaya uygulanacak olan tedbir asla tedbir değil, cezadır. Kanunda adının tedbir yazılıyor olması dahi onu tedbir yapmaya yetmeyecektir.
Kaçakçılıkla Mücadele Kanununda yapılan değişiklikle, şirketine kurduğu teknolojik donanımlar, idare ve adlî yargı bakımından delil kabul edilmeyen şirket ve sanık, sadece insanî veya teknik bir hata sonucu markerda meydana gelebilecek bir seyrelme sebebiyle bile, yıllarca sürecek yargılamalar geçirip, işyerinin kapanmasıyla devam edecek bir yargılamanın da tarafı olacaktır. Suçlamadan kurtulabilmek için, tek delilin akredite laboratuvar analizi sayıldığı kovuşturmadan beraat etme şansı oldukça düşük olan şüpheli şirket yetkilisinin, iktisadî teşekkülüyle ilgili, idari yargıda da sonuç alması kısa vade de mümkün değildir. Üstelik yargılama sırasında ertelemesi olmayan ve hatırı sayılır bir para cezası da kurum tarafından şirkete kesilerek ödenmek zorunda bırakılacaktır. Şirket böyle bir soruşturmayla hem süresiz bir tedbirle karşı karşıya kalarak çalışamaz hale gelecek, hem ertelemesi ve yürütmenin durdurması mümkün olamayan yüklü bir para cezasını ödemek zorunda bırakılacak, hem de yetkilisi ceza kovuşturması geçirecektir. Suçlama ve yaptırımla, hukuken korunan menfaat arasında ne yazık ki uçurum bulunmaktadır.
Tüm bunlara psikolojisi dayanmayıp ehliyetini kaybeden veya sağlığı dayanmayıp vefat eden şüpheli veya sanığın, işyerinin ise hiç değilse tedbirinin kalkabileceği bir hukuki boşluk olup olmadığı ise ancak uygulamada görülecektir.
Av. Burak DİYARBAKIRLIOĞLU
-----------------------------------
[1] GÜZEL, Oğuzhan, ANAYASA MAHKEMESİ KARARLARI IŞIĞINDA İDARÎ YARGININ GÖREV ALANINA YÖNELİK MÜDAHALELERİN DEĞERLENDİRİLMESİ Gazi Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi C. XVII, Y. 2013, Sa. 1-2
YORUMLAR